Kelimeler Albayım, bazı anlamlara gelmiyor


Fakat Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor Albayım. Öyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeye hakkım yok mu Albayım? Yok. Peki Albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat Albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size, nasıl kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayım Albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan, bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum Albayım. Kelimeler… Kelimeler Albayım, bazı anlamlara gelmiyor…

Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay

Mutlu Yıllar


Benim için siler misin geceyi gökyüzünden
Benim için tutar mısın kendi ellerinden
Benim için okşar mısın saçının her telini
Kendin için yakar mısın mumları bu gece

Ölümcül hastalığı olan var mı?

Doğan Cüceloğlu: Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
 
Bir katılımcı: Allah'a şükür, hocam, bildiğimiz kadarıyla yok.
 
Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?
 
Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar: Ölüm.
 
Cüceloğlu: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına gelmesi kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra başa gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Başka hiçbir şey insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?
Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır...
 
Cüceloğlu: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
 
Katılımcılar: Hayır
 
Cüceloğlu: Bu saniye içinde olma olasılığı var mı?
 
Bir katılımcı: Var.
 
Cüceloğlu: Yarın?
 
Bir katılımcı: Evet.
 
Cüceloğlu: 30 yıl sonra?
 
Bir katılımcı: Olabilir.
 
Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?
Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle bakmamışlardır.
 
Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?
 
Bir katılımcı: Yoktur Hocam.
 
Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz az sonra telefonun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?
Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlar.
 
Bir katılımcı: Hocam konuyu değiştirsek?
 
Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?
 
Bir katılımcı: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.
 
Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular, tartışma ya da gerginlik yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona, yüreğinizin derininden gelen bir "Seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?
Burada bazı katılımcılar ağlıyordur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.
 
Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "Şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim" diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı? Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?

Doğan Cüceloğlu

Öğüt


Ey burnu kanasa hemen kadere küsüp yüzünü ekşiten! gülden hiç ders almıyor musun? Bütün yaprakları tek tek yolsan, gül yine de gülmekten vazgeçmez. Hâl'e razı oluş şükürdür. Gül de daimi bir şükür makamındadır. Hem bilmez misin ki başına gelen sıkıntılar aslında daha büyük bir sıkıntıya set olur da başındaki belayı defederler. O halde yüzün gülsün!

Mevlana Celaleddin Rumi

Kurşunkalem



Kurşunkalem yapan yaşlı bir adam, kalemleri satıcıya verilmek üzere kutuya koyarken içlerinden birini kenara ayırdı. “Seni dışarıdaki dünyaya göndermeden önce, sana söylemek istediğim 5 şey var. Olabileceğin en iyi kalem olmak istiyorsan, bunları hiç unutma ve daima hatırla…  
1. Pek çok şey başarabilirsin hayatta, ancak bunu yapabilmek için öncelikle kendini, seni kullanmayı bilen bir kişinin eline almasına izin vermelisin.  
2. Zaman zaman ucunu açmak isteyecekler ve bu sana acı verecek, fakat daha iyi bir kalem olmak için buna katlanmalısın.  
3. Yaptığın yanlışları düzeltme, yeniden yazma fırsatın olacak daima. Bu fırsatı kaçırma.  
4. Unutma, en önemli parçan taşıdığın kurşun, yani içinde yer alan.  
5. Üzerinde dolaştığın her yüzeye bir işaret bırakmalısın, durum ne olursa olsun yazmaya devam etmen gerek."

İki Farklı Kültür, İki Farklı Ruh


İKİ KÜLTÜR İKİ FARKLI RUH ile  RedBullTurkiye



"Sema" dinleme ve hatırlama anlamına gelir... Kusursuzluğu bulma... Tüm arzulularından kurtulmak, hayatın özüne dönmek demektir. Özünü terk edemezsin.

Tüm düşüncelerinden uzaklaştığın zaman gerçekte kim olduğunu anladığın andır... İşte o anda... Ritmi dinlemeye hazırsındır. Bulduğun ritim... Yaşamın ritmidir..   

Ortaya çıkan ritim... Kusursuz dengedir... Bu denge bizleri birbirimize bağlar...

Shakespeare Okumamış Beyin Cerrahları

 Efendim bu ülkede fikirlerinizi açık açık dile getiriyorsanız; bir kere başınızın belaya girmesi riskinden önce anlatmak istediğinizi anlatamama sorunuyla karşı karşıyasınız demektir. Bundan kastım sizin yetersiz olmanız değil; tam aksine sizin yeterli olmanızın yetmemesi sorunsalıdır.

Hatta keşke siz yetersiz olsanız da, yeterince kelimeniz olmasa da; iki cümleyi bir araya getiremeyip saçmalasanız da derdinizi anlatamasanız ve canınız da o kadar yanmasa.

Zaten asıl can yakan siz anlatmak istediğiniz düşünceyi en açık şekilde ifade edip de karşıdakinin sizi sadece tek bir noktadan bakıp öyle algılaması ve sizin anlattığınız şeyi değil anlamak istediği şeyi anlamasıdır en basit ifade ile.

Siz bütününde siyahı anlattığınız bir düşüncenizde beyazdan, yeşilden, kırmızıdan her renkten bahsedebilirsiniz. Hatta siyahın adı bile geçmez belki onu ifade ederken ama bütününde varmak istediğinz yer siyahtır. Ama karşıdaki muhattap olduğunuz kişi; sadece beyazı, sadece yeşili, sadece kırmızıyı idrak edebilen bir zatsa; sizin anlattığınız şey de sadece onun görmek istediği renk olur.

Bu durum da insanı içten içe bitirir.

Ve malesef bizler de sadece belli renkleri algılayabilen insanların çoğunlukta, hatta ezici çoğunlukta, olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

İşte bu yüzden de bizler mutlu insanlar olamıyoruz. Çünkü biz anlamıyoruz birbirimizi. Çünkü bizim birbirimizi anlamamız için öncelikle bir şeyleri anlamayı anlamamız gerek.

Biz her şeyde ezbere yaşıyoruz hayatı.

Vatanı da ezbere seviyoruz, sevgilimizi de annemizi babamızı da. O yüzden itiraz etmiyoruz çoğu şeye çünkü; neye itiraz edip neyi destekleyeceğimizi bilmiyoruz ki. Ettiğimiz itirazlar da ezbere itirazlar oluyor zaten tıpkı itiraz etmediklerimiz gibi.

Çünkü biz okumuyoruz.

Bize göre "okumak" kelimesi "diploma" demek çünkü.

İşte bu yüzden hayatında kitap okumamış üniversite mezunlarıyla dolduruyoruz tüm ülkeyi. Hani o daha önce bahsettiğim "okuyan cahiller" ile.

Biz okul okuyup kitap okumayan bir nesiliz.

Bu yüzden de dünyanın en basit sorunlarına sahip insanlar olarak çözemiyoruz hiç bir sorunumuzu. Çünkü dinlemiyoruz, dinlesek bile anlamıyoruz, anlamayınca da kavga ediyoruz. Bunun adına da "dış mihraklar, Amerika oyunları, dincilerin işi, ailesi sorunlu, kişilik problemi var, beni anlamıyor, federasyon istifa, hakem taraf tuttu vs. vs." diyip çıkıveriyoruz her işin içinden. Yani hangi renge sahipsek diğer rengi suçluyoruz ortadaki sorun için.

Böylece ortaya kapkara bir sonuç çıkıyor.

Göremiyoruz ki asıl sorun biziz.

Her ayrılıktan sonra sölediğimiz o "Sorun sende değil bende" yalanı aslında gerçeğin ta kendisi.

Biz okumuyoruz. Biz okursak da sadece yeşili sadece beyazı sadece kırmıyı okuyoruz. Önümüze konan siyahtan da o yeşilleri beyazları görüyoruz sadece.

Bizim bu kapalı algılarımızla ilgili Kafa Dengi programında Murat Menteş'in bir kaç sözüne rastladım. Sırrı Süreyya Önder ve Onur Ünlü'nün de katkıda bulunduğu bir kaç söz;

"Shakespeare'i okumamış bir beyin cerrahının masasında olmayı istemem; Dostoyevski okumamış bir psikiyatra asla güvenemem ya da Yunus Emre bilmeyen bir matematik öğretmeni bize gerçekte bir şey öğretemez."
İşte tam olarak anlatmaya çalıştığım şey.

İşte tüm sorunlarımızın kaynağı.

Bizim doktorlarımız Shakespeare okumuş olsaydı bugün pek çok sağlık sorununu çözebilirdik.

Bizim polislerimiz Mevlana'yı okuyup anlayabilme yetisine sahip olsalardı karakolda insanlara işkenceler yapılmazdı.

Bizim hakimlerimiz Halil Cibran okusaydı Deniz Gezmiş bugün yaşıyor olurdu.

Okusaydık; konuşmayı da susmayı da, kabul etmeyi de itiraz etmeyi de, sevmeyi de ayrılmayı da, ağlamayı da gülmeyi de becerebilirdik hayatın her safhasında.

Beceremedik. Olmadı.
herbokubilenadam.blogspot.com